Friday, 18 October 2013


Rahmetli Cengiz Dağcı'nın romanını karıştırıyorum. Rastgele sayfalara bakıp, rastgele cümleleri okuyorum. Hasreti ile yanıp tutuştuğu Kırım'ı da düşünüyorum. Sonra kendime bakıyorum.

Nüfus cüzdanımda doğum yeri olarak yazılan İstanbul ile aramda ne kaldı diye kaygı duyuyorum! Bir zamanlar nasıl olursa olsun ama döneyim dediğim şehrim artık bana ne kadar uzak geliyor. Daha doğrusu turist olarak gezebileceğim diğer dünya metropollerinden pek farklı gelmiyor. Son birkaç yılda en uzunu bir haftalığına gidebildiğim şehir bana o kadar yabancı ki. Yürüdüğüm sokaklar, gittiğim mekanlardaki anılar, yayını tam alamayan eski siyah beyaz televizyon ekranları gibi buğulu, hışırtılı ve parazitli.

Bir zamanlar dönebilmek için yandığım şehrimin sesini duyamıyorum.

Birbirimizi mi unuttuk yoksa geçici bir soğukluk mu girdi aramıza acaba? Bunu da hiç düşünmemiştim. Yeniden canlanır mıydı eski hasretlikler? Bir de en önemlisi, acaba hiç kavuşamama düşüncesi mi girdi bilinç altıma ki eski heyecanları yitirdik. Veya yitirmedik.

İstanbul'un Üsküdar'ı ve Sultanahmet'i gözlerimin önünde. O ikisi haricinde, bir de yeni dönem Türk filmlerinden bir tanesinin final sahnesi aklımda. Cihangir sırtlarındaki bir balkonda edilen kahvaltı. Film sahnesi olduğu için artistler sırtlarını boğaza dönmüşler de yudumluyorlar çaylarını. Oysa Boğaz'a sırt dönülür mü? O güzelliğe karşı durulur mu?

Belki de benimkisi unutmak, umutsuzluktan doğan bıkkınlık değil de sadece bir yorgunluktur. Veya en azından birkaç aylığına daha gidemeyeceğim düşüncesidir.

Şu anda bunları düşünüp bir karara varamayacak kadar yorgun zihnimi ve gözlerimi dinlendirme vakti sanırım.