Adalet ve Arada Olmak
“Batılı toplumların özgürlük, doğulu
toplumların ise adalet kavramlarını temel değer olarak öne çıkardıkları” yaygın
bir kanaat. Toplum hayatına dair sosyolojik çalışmalar, hukuk tarihi, devlet
felsefeleri, Doğu ve Batı medeniyetlerine dair kritikler yapılırken, bu
yargının genel geçer bir ölçü değeri ile hem akademik çevrelerde hem de medyada
kullanıldığını sıkça okuyoruz. Ayrıca böyle bir hükmü, değerlere gönderme
yapması sebebiyle kullanabilmek, adeta entelektüellik göstergelerindenmiş gibi
bile sunuluyor.
Bu hüküm gerçekten
doğru mudur? Önce insanlık birikimi, “doğu” ve “batı” olmak üzere iki ana
guruba bölünmekle doğru bir tasnif mi yapılmaktadır? Doğu neresidir, batı
neresi? Doğuyu belirleyen kıstaslar, batıyı belirleyenlerden ne tür
farklılıklar taşımaktadır ki; batı, adaleti ihmal eden bir özgürlük üzerinde
yükselmeyi seçerken, doğu özgürlüğü ihmal eden bir adalet ısrarında olsun?
Ayrıca ve özellikle “adalet” nedir, “özgürlük” ne? Adalet ve özgürlük
kavramlarının şekillenmesini sağlayan süreçler ve tarihî arka plan değerleri
neler?
Dikkat edilirse bu
sorular kolaylıkla çoğaltılabilecek, felsefenin çeşitli alanlarında yansımalarıyla
karşılaşabileceğimiz değerlerdir. Hatta bu kavramları gerçekten öne çıkarmak
söz konusu ise, adalet ve özgürlük üzerinden yeniden okunması gerekecek varlık,
bilgi, etik, estetik ve metafizik kurgulamaları göstermemiz icap edecektir.
Hatta bu değerler yaygın kabulün dile getirdiği gibi medeniyetlerin ana
ilkeleri ise, felsefe disiplinleri bakımından gerekli açıklamaların bize
gelinceye kadar çoktan yapılagelmiş olmaklığı, bizim bunları, aramaya lüzum
duymadan, önümüzde hazır bulmamız icap etmez miydi?
(Mesela adalet ana
değer olarak alındığı takdirdeki VARLIK algısı, varlığın her cinsinin hukukuna
riayet, bir kutsama ve istiğrak düzlemine oturacak; BİLGİ algısı küll-cüz
ilişkileri üzerinde teşekkül edecek; ETİK konusunda değer inşaları da
acz-kemal, cem-fark diyalektiğinden beslenecek; ESTETİK konusu ise aynı
mataliteye dayalı bir nispetler ağına gönderme yapacaktır.
Keza köle toplum
olmaktan kaynaklanan dinamiklerin “okunması” bağlamında ONTOLOJİ söz konusu ise
varlığı “köleye köle” yapacak bir kabul, yani sorumluluğunu duymadığı, “köle
varlık” algısının temele konduğu bir sistemleştirme teşekkül edecek; BİLGİ bu
köleleştirmenin tahakkuku adına çok elemanlı kaotik varlığı kontrol altına
almanın imkanı haline gelecek; ETİK, “ben merkezli bir “sömürü ahlakı”, ESTETİK
ise varlığa ram olma değil, varlığı ram edişin tezahürlerine dayalı bir
nisbetler ağını yansıtacaktır.)
Kavramlarla fazla
haşır neşir olmayan, onların anlam çerçevelerini lugatçinin ilgi ve nüfuzuna
bağlı lugat tariflerinden ibaret sananlar, bu tür girizgahları bilgiçlik
fantezisi yerine koyar, dudak büküp geçerler. Esasen sıradan kelimelerin dahi
üzerine yoğunlaşıldığında anlam sınırları bulanıklaşır. Bulanıklaşma, kavramlar
söz konusu olduğunda daha da artar; çünkü kavram bir değer yargısıdır ve değer
yargısı üzerinden bakan, düşünen kimseler, varlığı o değer üzerinden
anlamlandırırlar. Bilgiyi o değere bağlı olarak şekillendirir, yaşama
pratiğindeki ahlâkî konumunu, güzellik algısını ve fizik ötesini o bakış
açısına göre yeniden kurarlar. Dolayısıyla, bizim vaktiyle yaptığımız “anlam”
kavramı hakkındaki tarifimiz, kavramlar dünyasının her biri için daha da
kuvvetle geçerli hale gelir: “Teşekkülüyle genelin özelleşmesi, işleyişiyle o
özel merkezin genele akışı”… Buradaki “akış” kelimesinin yerine niteleme,
rengini verme, geneli anlamlandırma gibi karşılıklar koymanın bizi yanlış bir
yere götürmeyeceğini düşünüyoruz. Merkeze konan kavram bütün lügatin anlam
kadrosuna rengini vererek hâkim olmaktadır.
O bakımdan doğu,
batı, özgürlük ve adalet gibi kavramlar pek de tekin kavramlar değiller. Kıta
Avrupa’sı Büyük Britanya adalarına göre doğu iken; Japonya’ya göre Amerika
doğu, Asya batıdır. Yerküremiz üzerinde hangi coğrafya veya geometri doğuyu ve
batıyı sabitleyebilir? Bu ayırım coğrafî dünyaya değil, değerler dünyasına ait
oryantalist bir yaklaşımı haber veriyor. “Batı”, oryantalizmin doğduğu Avrupa
dünyasında cehalet, ön yargı, emperyalist emeller el ele verdiğinde üretilmiş
değerlerden biridir. Sınıfçılık muhakemesiyle üretilen, “Batı”yı beşeriyet
genelinde üst sınıf haline getirmeyi hedefleyen bir yaklaşımdır.
Bu noktadan yürüyüp
engin bir oryantalizm konusuna açılmaktan kendimizi frenleyerek, aslında doğu,
batı ayırımının kayda değer bir coğrafî gerçeklik taşımadığı tespitini yapalım.
Tespitimizi dünya toplumlarının sosyo-ekonomik tarihlerine kuş bakışı bir göz
atarak teyit etmek de mümkün. Çünkü değerler, önemli ölçüde sosyo-ekonomik
faaliyetin türüne göre şekillenmektedirler. Toprağı bol olsun, Marks’ın
sistemini benimsemesek bile, alt yapı-üst yapı ilişkilerine dair tespitindeki
muhakemeyi kullanmamız mümkün. Onun bu bağlamda ortaya koyduğu, toplumsal
sınıfların oluşumu hakkındaki görüşleri de değer taşıyor. Sınıflı yapılar,
yeryüzündeki bütün örneklerinde tarımsal faaliyetin hüküm sürdüğü toprağa
bağlı-yerleşik toplumlarda ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla “özgürlük”
kavramının var olmasını sağlayan, onu vazgeçilmez hale getiren mekanizma, üst
sınıfların tahakkümünden başka bir şey değil. Tabiatıyla sınıflı toplumdaki
konik veya piramidal yapı sebebiyle, alt sınıflara doğru inildikçe mensupların
sayısı katlana katlana çoğalır. Esas itibariyle toplum ezici çoğunluğuyla alt
sınıflardır. Bir avuç aristokrat, ruhban ve militarist gücün işbirliği, toplumu
tarih boyunca köle veya yarı köle statüsünde sabitlemiş ve bu hal binlerce yıl
devam etmiştir.
Günümüzün insanı
özellikle bizim toplumumuzda, alt sınıf olmanın ne kadar aşağılayıcı, ezici,
metalaştırıcı trajik bir konum ifade ettiğini idrakten acizdir. Sınıflı yapıda,
sistemin hakim elemanları arasında alt sınıflar için sonsuz acılara mal olan
bir çıkar işbirliği kurulmuştur. Alt sınıf toprak köleleri ile kölelerin
mülkiyeti, namusu, hukuku yoktur. Tâbî olduğu yegâne ahlâkî ilke, efendilere
itaat ilkesinden ibarettir. İtaatin konusu bazen karısını efendinin koynuna
teslim etmek, bazen kendi çocuğunu köle pazarında satmak olabilir. Emrin konusu
ne olursa olsun, kölenin fazileti itaatten ibaret. Aslında “sınıflı yapı”
tanımı, sistemin can yakan niteliğini hafifleten bir adlandırma. Asıl olan köle
hukuku içinde yaşatılan bir insanlıktır. Bir takım sınıfların varlığı, sanki
sayıca ve hukukça eşit kitlelerden bahsediliyormuş izlenimi uyandırıyor. Oysa
biraz önce de söylediğimiz gibi, bu yapıdaki hiyerarşi, sayısı azaldıkça gücü
artan bir avuç efendiye mukabil; aşağıya inildikçe hayat alanı daralan,
çaresizleşen, köleleşen, toplumun ana gövdesinden oluşur.
Bu noktada iki
hususa değinmek ihtiyacındayız. Birincisi, sözü edilen yapı içinde yaşayan
insanlar tarihin derinliklerine doğru baktığımızda, başlangıç noktasını
göremediğimiz sınıflı sistemin verileri bağlamında değer üretmektedirler. Katı
ve geçişsiz sınıf realitesi kendine has insan psikolojileri, ahlâk anlayışları,
varlık algıları, hukuk sistemleri, mitolojiler, inançlar… üretmişlerdir.
Özgürlüğün de adaletin de olmadığı bu yapılarda fırsatçılık, gasp, hile,
entrikanın her türlüsü… vb. “toplumsal meşruiyet” kazanmaktadır. Efendi
açısından, “itaat ahlâkı” denilen şey, aşağıdaki köle yahut servaj için hile,
desise, yalakalık, ihanet, ahlâksızlık, sefalet… vb acz ortamından beslenerek
üreyen aşağılık bir dünyayı haber verir. Günümüzün lanetlenen aşağılık duygusu,
alt sınıf psikolojisi yanında ulaşılmaz yükseklikte bir seviye olsa gerek.
Burada sevgili okuyucumuzun canını acıtmak pahasına, olayın trajik yüzünü tasvir
edişimiz, lütfen yadırganmamalı. Çünkü konu insanlığın tarihî macerasında
sonsuz bir acılar okyanusuna göndermeler yapıyor. Bu noktada “ne pahasına
olursa olsun özgürlük” diyen acılı kitlelerle empati yapmaya ihtiyacımız var.
Ancak, bu tür bir özgürleşme, genetik bir hal alan köle psikolojisinin ortadan
kalkması anlamına gelmiyor ne yazık ki. Bu özgürleşmenin bedelinin insanlığa
ödetildiğini tespit etmek, kölelikten terfi etmiş yeni efendilerin insanlığa
nasıl bir fatura ödettiklerini görmemiz de gerekiyor.
Yani, şiddete maruz
kalan çocukların şiddet göstermesi gibi, köle psikolojisiyle üretilen “yeni” ve
“yüksek(!)” değerlerin arkasında “hilekâr köle ahlâkı” ne yazık ki işlemeye
devam ediyor. Bu hüküm Doğu veya Batı için değişmiyor. En yakın örnekler
Batı’da Bosna, Doğu’da Irak ve Doğu Türkistan’dır. Yani, tarihin yarattığı
kültürel genetik, kendisini güncelleyerek yeni kılıklarla ikili ilişkilerden
diplomasiye kadar karşımıza çıkmaya devam ediyor.
İkinci husus ise,
“sınıflı yapı” dediğimiz toplumsal formun sadece dünyanın bir coğrafyasına ait
olmadığıdır. Ana faaliyeti, rızkını topraktan çıkarmak olan toplum tipi
dünyanın her yerinde var. Dolayısıyla silah kullanmayı bilmeyen köylü, ürettiği
değere üşüşen işgalci güçler tarafından her yerde köleleştirilmiş. Çin,
Hindistan, Arabistan, Anadolu, İran, Slav bölgeleri ve Avrupa’da köleci
sistemin hemen hemen aynı mantaliteyle hüküm sürdüğü göz önünde. Burada
sorulması gereken bir soru var: Neden “özgürlük” kavramı Avrupa’daki sınıflı
toplumlar arasında ortaya çıkmıştır da, Asya’dakilerde böyle bir vurgu göze
çarpmaz? Bu sorunun cevabı, acaba “özgürlük” adı verilen değere dair anlayış
farkında aranabilir mi? Avrupalı servaj, proleterya yahut köleler, burjuvazi
öncülüğünde bir özgürlük kavgasına girdiklerinde nelere ve kimlere karşı
özgürleşmeyi hesaplıyorlardı? Özgürleştiklerinde bu kavramın içini dolduracak
duygu, düşünce ve davranışları, özlemleri nelerdi? Bunlarda ortaya çıkan
ihtiyaçlar neden Arap, Slav, Çin ve Hind alt sınıflarında ortaya çıkmamıştı? “Özgürlük”teki
“öz”e dair algıları mı değişikti?...
***
“Öz”ün neliği,
niceliği, niteliği söz konusu olduğunda bugün bile mutlak fizik kanunlarındaki
kesinlikle “şudur” diyebileceğimiz bir cevabımız yok. Ancak bildiğimiz, kozmik
âlemdeki yekpare işleyiş, kozmik çapta bir eko-sistemin varlığıdır. Zaman
içerisinde farklı felsefe ekolleri ve dinler varlığa dair değişik görüşler
ileri sürdüler. Mutlak kaostan, mutlak kozmos iddiasına kadar bir görüşler
yelpazesinden söz edilebilir. Ama bugün tartışılmayacak açıklıktaki gerçek,
fizik âlemdeki kozmik eko-sistemin mevcudiyeti, işleyişidir. Madde âlemindeki
sistematik işleyiş, kozmik çaptaki düzen, bize kozmik çapta bir aklın varlığını
ima ediyor olmalıdır. Geçmiş asırlardaki bilgi eksikliklerimiz zaman zaman bir
kozmik aklın varlığını iddia eden görüşlere burun kıvırmamıza yol açmıştı; ama
bugün Auguste Comte’un aksini umduğu bilimin rehberliği, bizi gene meta-fizik
dünyasının eşiğine bırakıveriyor. Elbette ki, fiziğin tükendiği “eşikten
ötesinde neler olup bitiyor?”, sorusunun nesnel bir cevabı hala yok. Nesnel bir
cevabı yok; ama istisnasız her insanın bir inancı, bir kabulü, bir imanı da
var. Baştan beri olageldiği gibi. Çünkü insan anlamasının kaçınılmaz tabanı
olan inanmalar olmasaydı (kastettiğimiz inanmalar bir yeteneğin mahsulüne
gönderme yapmaktadır. Bu inanma her zaman bir dine veya felsefî sisteme bağlı
olmak zorunda değildir. Matematiğe, fizik kanunlarına, alfabelere, dildeki
anlamlara inanmak da kafi önemde sayılır…)1, fizik algılarımızın da bir anlamı
olamazdı. Anlamadaki yaratma özelliği, içinde bulunduğumuz fizik âlemde
algıladığımız öznel ve toplumsal tecrübe üzerinden kendini var edebiliyor.
Tecrübe üzerinden de var etse, buradaki soyutlama nitelikli anlam yaratma,
varlık algısı dediğimiz şeydir. Kozmik eko-sistemi toplumlar kendi tecrübeleri
üzerinden, şu veya bu oranda görür (inşa eder) veya göremezler. Dolayısıyla
özgürlükteki “öz” kavramına yükleyeceğimiz anlam, hem kozmik algımız, hem
toplumsal tecrübemiz, hem de bireysel planda kendi kendimizin neliğimize dair
duyuşumuzun örtüştüğü bir odak noktasını haber vermektedir.
Yani öz, fizik
çevre, tecrübe ve kültür tarafından belirlenirken o “öz” ün kendisine, varlığa
ve hayata dönük anlamasındaki yaratma niteliği dolayısıyla da varlık, hayat ve
toplum meşrulaşmaktadır. Dolayısıyla bu iki cenah arasında karşılıklı bir
yaratışmadan söz edilebilir.
***
İnsanoğlunun bir
trajedisi var. Dünyaya her gelen çocuk, kendi adına anlama ve öğrenme vadisini
keşfetmek, daha doğrusu yaratmak zorunda. Bu zorundalık, her bireyin kolayca
üstesinden gelebildiği bir mesele değil. İlk varlık algısı, biyolojik
bünyesinin imkân ve zaafları üzerinden başladığı için uyanan dikkat, öncelikle
hayvanî hassalar üzerinden gerçekleşmektedir. Somuttan soyuta sıçramak da nadir
yeteneklerin harcıdır. Soyuttan hikmete sıçramak ise, insanlık tarihinde
örneğine ender rastlanan bir kemal ve kıvam gerektiriyor. Fakat özgürlük
denilen kendine yetme, kendi olabilme imkânı, alt seviye insanları için de
hikmete ulaşmış olanlara da atfettiğimiz bir değer.
İlk bakışta
özgürlüğün bütün insanlığın aynı anlam çerçevesiyle benimsediği bir ortak payda
kavramı gibi görünmesi, aslında aldatıcı bir fotoğraftır. Şehevî özgürlük ile
hikemî özgürlük arasında belki mahiyet değişikliği bile bulunan açık mesafeler mevcut.
Şeheviyâtın hâkim olduğu çoğunluğun özgürlük dediği şey, kozmik birliğe rağmen
azalmayı, eksilmeyi, kopuşu ve bunlardan kaynaklanan tatminsizlik, ıstırap ve
kaosu beraberinde getiren bir nitelik taşıyor. Oysa hikemî özgürlük
diyebileceğimiz değer, egoya galip gelmiş, egonun parçaladığı veya parçalı
gösterdiği varlığa dönük algıyı bütünleyen feragat-ı nefs üzerine oturmaktadır.
Ego biyolojik merkezli iken hikmet, genele ve o genelin hareket ilkesine,
bütünün çıkarına dönük çalışmaktadır.
“Kölenin erdemi
itaat etmektir” hükmünün Eflâtun’a ait olması ilginç bir paradoks yaratmıyor
mu? Devrinin bu “ilâhî hakîmi” gerçekte “neyi kastediyordu?”, sorusuna
bulunduğumuz zaman ve mekândan şüphe kaldırmaz bir açıklama getirmemiz söz
konusu değil elbette. Öne süreceğimiz her türlü açıklama ister istemez tevil
niteliği taşıyacaktır. Biz sübjektiviteyi göze alarak tevil yapmaktan
korkmayalım. İtiraz edecek okuyucularımıza sevgilerimizi sunalım ve fikrimizi
söyleyelim.
Gerek Hint’te,
gerek Çin’de ve bittabi eski Yunan’da sosyal düzenin devamı köle sınıfının
hizmetine bağlıydı. Taocu ve Brahmanist rahipler gibi eski Yunan filozofları da
- gayet tabii Eflâtun da- ulaşmış olduğu anlama seviyesini insanlık çıkarı
adına konuşturuyorlardı. Yalnız, bizim sevimli halk filozofu Nasrettin
Hoca’mızın meşhur fıkrasındaki “fincancı katırlarını ürkütme” riski bütün
sınıflı toplumlar hukemâsının kapısında duran bir tehlikeydi. Hukemânın siyasî
ve sosyal düzeni tehlikeye atacak söylem ve yöntemlerden titizlikle
kaçındıkları, en azından kurulu düzenle göğüs göğüse bir çarpışmayı çoğunlukla
göze almadıkları görülür. Nadiren Mazdek gibi, Zerdüşt gibi, Nietzchçe veya
Marks gibi hırçın örneklerle karşılaşırız. Ama başarılı olanların bunlar
dışındaki hukemâ olduğunu ifade edebiliriz. Krallarla, ordularla, bencil
aristokrasiyle açık mücadeleye girip Budizmin Hindistan macerasında olduğu
gibi, galip ihtimalle büyük zayiat veya imha olunmayla sonuçlanan hesap
hatalarından uzak durulmaktadır. Dolayısıyla hikmet erbabı, öncelikle dünyevî
otoritelerin teskin edilmesi adına, genellikle onları yatıştırıcı teminatlar
vere gelmektedir.
Mesala Lao Tzu’nun
sisteminde temel ilke, “ayırım yapmama erdemi”dir. Lao Tzu, bir Tao talebesine,
haklı ve haksızı aynı değerde görmeyi tavsiye eder. Taocunun görevi, hakkı
yerine getirmek değildir. Bu zaten baştan mağlubiyeti kabul etmekten öte, yok
edilmeyi göze almaktır. Çünkü, haksızlıkların anası ve en önemlisi sınıf
ayırımcılığıdır. Eğer bir Taocu adalet istiyorsa, aristokrasi ve imparator
güçleriyle çarpışacaktır. Halkı, galibiyet şansı olmayan böyle bir mücadeleye
sevk etmek yerine, onları kendi iç dünyalarında yetkinleştirecek, varlık ve
dünya hayatını hiçe sayan bir paradigmayı hâkim kılmak daha gerçekçi olacaktır.
Hikmeti değişik
seviyelerden okumak mümkündür. Diyelim ki, “yaşlı üstad” Lao Tzu, “hak edeni ve
etmeyeni aynı derecede gözetip kollamayı” tavsiye ederken, sığ bir yorumla
baktığımızda, onun zulümden rahatsız olmadığı zannına kapılabiliriz.2 Veya
Hazret-i İsa’nın “bir yanağınıza vurulduğunda, öteki yanağınızı da çeviriniz”
cümlesi gibi, Eflâtun’un “kölenin erdemi itaat etmektir” hükmünde, kavga
korkusuyla toplumun ezilmesini meşrulaştıran bir yaklaşım görebiliriz. Oysa,
aynı örneklere devrin reel güçleri ve dengeleri üzerinden bakarak hizmetin
devamını sağlamak niyetiyle yaklaşırsak, bu defa zahirdeki mevzii yanlışları
düzeltme gayretiyle cemaatini imha ettirmek yerine, yaşananları yetkinleşmenin
aracı olan bir çile diye yorumlayıp, adaleti kozmik şuura havale ediş diye de
okuyabiliriz. Oryantalizmin “Doğu kaderciliği” dediği şey bu acı gerçektir.
***
Adalet!...Ademoğlunun
tarih boyunca dilinden düşürmediği bir kavram. Ama adalet ne? Gözü kapalı bir
peri kızının, elinde kefeleri dengeye gelmiş bir teraziyle sembolleştirilen
ölümsüz değer. Suç ile cezanın, emek ile bedelin, fazilet ile reziletin
birbirini tükettiği nötr denge noktası.
Adaletin simgesi
bütün kültürlerde terazi olagelmiş. Terazi, bir denge aleti. Yerine ve zamanına
göre denge noktasının tarifi değişiyor. Tabiatıyla zulmün de. Adaletin ifade
ettiği denge, bir toplumsal mutabakat noktası olarak da görülebilir. Aynı
şekilde zulüm de. Acaba üst sınıfların acımasız tasarruflarına karşı
ferdiyetinin hukûkunu sağlama alma çabası gibi görünen özgürlük arayışında
zımnî bir adaleti de görmeli miyiz? Yani adalet ve özgürlük kavramları arasında
bir diyalektik ilişkiden söz etsek, hata mı yaparız? Adaleti, zulüm kavramının
içinde saklı bir nüve gibi düşünmek, zıddını yaratan bir tutum olarak zulme
baksak… Acaba, Konfiçyüs’ler, Lao Tzu’lar, Budha’lar, İsa’lar böyle bir bakış
açısının varlığını hiç mi fark etmediler? Fark ettiler de engin bir sabırla bu
diyalektik işleyişin müstakbel bir zamanda meyve vermesine razı mı oldular?
Zulümden özgürlük,
özgürlükten ise adaletin zuhur etmesi inanılmaz bir süreç midir?
Burada karşımıza
çıkan önemli bir başka soru da şudur; Çin ve Hindistan’da alt sınıf mensupları
ve kölelerin özgürlük ihtiyacı yok mudur? Neden Çin’de ve Hindistan’da hatta
Samî ve Slav coğrafyalarında sosyolojik ve bireysel planda bir özgürlük mücadelesi
olmamıştır da bu mücadele Avrupa’da karşımıza çıkıyor? Diyelim ki, Asya
dinlerinde temel bir eleman olarak reenkarnasyon düşüncesi, özgürleşme
ihtiyacını bir sonraki hayata tehir ettiriyor. Evet, sosyal ve siyasî düzenin
istiklal ve bekası adına reenkarnasyon harikulade formülasyonu ile dahiyane bir
buluştur. Elbette ki olay, sadece sınıflar arası çatışmayı önlemenin bir
tedbiriymiş gibi mütalaa edilemez. Uzun ömürlü büyük geleneklerin teşkil edici
elemanlarında çok sebeplilik, çok yönlülük, ve çok işe yararlılık daima göze
çarpmaktadır. Geriye doğru ucu görünmez asırlardan yuvarlana gelen geleneklerde
toplumsal aklın mesaisiyle, sistemin açıklarını kapattığı, unsurlarını
ahenklileştirdiği, çelişkilerini çözdüğü, gayet ciddî meta-fizik derinlikler
kazandığı kolayca gözlenebilir. Dolayısıyla, hakikaten binlerce yıllık
toplumsal serüvenleri bulunan anılan toplumlarda, sosyolojik anlamda bireysel
özgürleşme mücadelesiyle karşılaşmıyoruz. Reankarnasyonun diğer sebep ve
sonuçları üzerinde durmasak bile, sınıflı yapının devamını sağlamış görünüyor.
Mahiyeti itibariyle
sınıf gerçeği ve sebep olduğu acıları, rahatlıkla kastlarla örtüştürülebilecek
olan Avrupa coğrafyasındaki kavganın sebebi veya sebepleri nedir? Burada
ezberlene gelen beylik cevaplar değil sorumuzun cevabı. Belki o beylik
cevaplara sorulacak neden ve nasıl sorularının cevaplarını arıyoruz. Neden
burjuvazi Avrupa’da doğdu? Pekala boyun eğdirici ve kaderci bir din olan
Hıristiyanlık mensupları “Tanrı’nın krallığı” zuhur ettiğinde öte dünyadaki
ebedî adalet fikrinin telkiniyle sakin tutulabilirlerdi. Süryaniler, Gürcüler,
Ortodoks dünya bunu başardığı halde Katolik dünya neden başaramadı? Hatta biraz
daha cesaretle konuşalım, İslâmiyet’in tüm dinamizmine rağmen, Arap
Eş’arîliğindeki yaklaşımlar, Arap toplumundaki sınıflı ve köleci yapının
devamını sağlamış görünüyor. Dünyada köleliği Arap dünyası iptal etmedi. Hemen
ilave edelim, Arap dünyasında da sınıflar arası bir mücadele üzerinden elde
edilmiş kişisel özgürlüklerden bahsedemiyoruz. Tüm Müslüman şehirlerinde köle
ve cariye pazarları, rutin ticarî alanlardı.
Yani, özgürlük
mücadelesinin yapıldığı alan gayet açıktır ki, Katolik coğrafyasıdır. Fakat bu
coğrafya XVI. YY.dan sonra Protestanların giderek daha geniş alanlarda
varlıklarını hissettirerek kendilerini göstermeleri ve Katolikliğin bertaraf
edildiği coğrafyalarda özgürlük mücadelesinin tahakkuku, bize daha belirli bir
çerçeveye dönük düşünmek ve sorular sormak imkânı veriyor.
Düşünelim…
Katolisizmin
karakterinde, alt sınıfları özgürleştirmek gibi bir yaklaşım, yöntem, uygulama
var mı?
Eğer varsa, kendisi
niçin bir ruhban sınıf teşkil etmiş ve aristokrasi ile iş birliği yapmıştır?
Hıristiyanlığın
âhiret tasavvuru öteki kiliselerin bölgelerinde etkili olduğu halde, ilk
bakışta en sert görünen bu Hıristiyan ekolün coğrafyasında niçin alt sınıflar
tutulamamıştır?
Kiliseye kayıtsız
şartsız itaat halinde olan insanlar, nasıl olup da öteki mezhep ve inanç
sistemlerinde yapmadıkları veya yapamadıkları bir mücadeleyi kendi kiliselerine
karşı hem de engizisyoncu kiliselerine karşı başkaldırabilmişlerdir? Bu
cesaretin ve pratiğin bir takım öncülleri, habercileri, muharrikleri olmalı
değil midir? Gerçekten de dünya tarihinde modern anlamda bireyselleşme,
dünyevîleşme ve sekülarizasyon, Katolik kilisesinin asla istemeden başardığı
sonuçlardır.
***
Burada anlamayı
kolaylaştırabilmek için standart tarihçiliğin pek önemsemediği, yer yer
aktiviteyi öne alarak, fiile itibarla kuvveyi ihmal ettiği, bazen hiç fark
edemediği birkaç noktayı öne çıkaralım:
1-
Bildiğimiz kadarıyla Avrupa, sosyolojik anlamda sınıflı,
2-
Hukukî anlamda Roma’dan müdevver köleciliği meşrulaştıran bir hukuk
alanı,
3-
Ekonomik faaliyet türü olarak, birinci derecede tarımla meşgul,
4- Politik yapılanması itibariyle, Roma’nın Attila güçleri önünde
sukutundan sonra yuvarlak hesap bin sene feodal derebeylik yöntemiyle idare
edilen bir coğrafyadır.
Halkın çok önemli
bir kısmı ya köle veya servaj dedikleri toprak kölesidir. Bir miktar burjuva
grubu vardır. Ama hakim kitle XV. Yüzyıl sonuna kadar esas itibariyle asker,
ruhban, aristokrasi ve bunlara hizmet üreten esnaf, zanaatkâr ve tüccardan
ibarettir. Şehirler ise nüfus bakımından ancak on binlerle ifade edilebilen
yerleşim birimleridir. Halk esas itibariyle köylüdür. Ziraat ilkel yöntemlerle
yürümekte, yanı sıra büyük baş hayvancılıkla birlikte domuz yetiştirilmektedir.
Avrupalının protein ihtiyacı bu coğrafyanın ikliminde kolaylıkla çoğalabilen
domuzdan elde edilmektedir. Atı tanımamaktadırlar. Elbette bir “tür” olarak atı
tanımakta ama geniş bir kullanım kültürünü bilmemektedirler. Askerî
yapılanmaları, sınıflı sistemin devam garantisi olarak göze çarpar. Roma askerî
sisteminin daha küçük ölçekli uygulamaları söz konusudur. Avrupa askeri,
temelinde piyade karakterlidir. Ağır zırhlar kullanılmaktadır. Askerin can
güvenliğini sağlamak için üzerine yüklenen donanım ve silahlar, onları sade
köylü karşısında üstün kılmakla beraber, daha profesyonel savaşlarda özellikle
kendilerine benzemeyen süvari birlikleri karşısında bir zaafa dönüşmektedir.
Roma’dan sonra
Papalığın müdahil olduğu Haçlı seferleri haricinde büyük çapta ordu
organizasyonları istisnaî manzaralardandır. Hâkimiyet alanını genişletme adına
birbiriyle boğuşan derebeyleri Ortaçağın sık tekrar eden bir olgusudur.
Papalık, derebeyler
arasındaki kavgaları önlemek bir yana, bilakis hâkimiyetinin devam aracı
saymaktadır. Siyasî gücün merkezîleşmesi, Papalığın yaygın otoritesinin
istikrarına aykırıdır. Dolayısıyla Ortaçağ Avrupa tarihinde Papalığı siyasetin
belirleyici, merkez elemanı olarak görürüz. Sanki bir “Vatikan imparatorluğu”
ile karşı karşıyayızdır. Aristokrasinin yapısı, derebeylik sülalelerinden
besleniyor. Toprak esas itibariyle üzerindeki insanlarla birlikte (servaj) bu
asillerin mülküdür. Köylüler karın tokluğuna çalışmaktadırlar. Emekleri de,
canları da, namusları da derebeyine aittir. Yeni evlenen bir kızın ilk gecesi
derebeyine aittir.
Ancak ilginç bir
nokta var ki, Katolisizm ilke bazında boşanmanın yasak olduğu tek eşli bir aile
tipi öngörmektedir. Papalık otoritesini tahkim eden pozisyonları sebebiyle,
derebeylerinin cinsel fütursuzluklarına göz yumulmakta olması, Avrupa’da ciddi
bir gayr-ı meşru çocuk nüfusuna sebep olmuştur. Şehir nüfusu, dinen meşru
sayılamayan, bu ilişkilerden doğan, çaresiz ebeveynleri tarafından da önemli ölçüde
esnaf ve tüccar yapılan bu çocuklarla meskûndur. Burada bütün şehir nüfusunun
nesebi gayr-ı sahih sayıldığı vehmedilmesin. Elbette ki, bu nüfusun arasında
asker ve asker çocuklarından, sanat yeteneği bulunan köylü çocuklarından
kimseler de vardır. Burjuvazinin zaman içinde artması ve yerleşik sınıflı
yapının aristokrat, köylü ve kölelere göre hukukunun muğlâk kalması, miras ve
sosyal statü bakımından yaşadıkları çelişkiler, sistemin kontrol edemediği ve
giderek şiddetlenen bir tehdit oluşturmasına yol açtı.
Aristokrasinin
cinsel özgürlüğünü yalnızca erkeklere has görmek de yanıltıcı olabilir.
Aristokrat kadınların suiistimalleri de ayrı bir fasıl teşkil eder. Bu konu ne
kadar yaygınlaşmış olmalı ki, Haçlı seferlerine katılan aristokratların geride
bıraktıkları kadınlarına yaygın bir uygulama olarak çelik külotlar yaptırıp,
kilitli bekâret kemerleri taktırmaları ilginç bir tablo yaratır. Özgürlük
taleplerinin bir de böyle bir boyutu var. Günümüzdeki cinsel özgürlük
tartışmalarının Avrupa’daki tarihî köklerine inmek araştırmacılar için hayli
ilginç olacaktır. Roma sofralarından aristokrasiye intikal eden yeme içme
zevkini sürdürmeyi sağlayan “kusma tüyleri” örneğindeki dejenerasyonun,
aristokrat cinsel hayatına eğilindiğinde bir başka paralel uygulaması tezahür
eder. Erkekler ve kadınlar arası cinselliğin köklerini de Ortaçağa kadar
indirmek mümkündür. Bilindiği gibi Katolik din adamları arasında, evlenmediğine
ve bâkirliğine inanılan Hazret-i İsa’yı örnek alma adına evlilik ve cinsellik
yasaktır. Rahip ve rahibe manastırlarında bu yasağa ne derece itibar edildiği,
batı edebiyatının gözde konularından olmuştur.
Bu arada vaftiz
suyunun bozulmaması gerektiği için yıkanmayan, taharetlenmeyen, suya dokunmayı
cehennemlik olma sebebi sayan dünyanın en pis ortamından söz ettiğimizi de
hatırlatalım. Selahattin Eyyûbi’nin ordugâhtaki dışkı pisliğinden hastalanmış
olan Aslan Yürekli Richard’ı temizleyerek iyileştirdiği efsanesini
hatırlayalım. Haçlı kroniklerinin aktardığına göre Anadolu’da Türk çocuklarının
öldürülüp yendiğine dair aktarımlar gibi daha nice örnek var. Yazımızın maksadı
Avrupalıyı aşağılamak olmadığından ayrıntılandırmaya gerek görmüyoruz.
Yani ortada
Katolisizm adına tertemiz bir dinî hayat sunma resmî iddiasına mukabil, son
derece ve her bakımdan kirli, zâlimâne, büyük kitlenin yarı aç yaşadığı, hile
ve desisenin meşrû ahlâk haline geldiği, engizisyon sabıkalısı bir tablo söz
konusudur.
***
Toplumsal Aklı
Anlamak adlı çalışmamızda birçok açıdan gösterildiği üzere, inanmasız anlama
imkânsız bir durumdur. Anlamayı mevcut bir durumu içselleştirmekten çok, bu
durumdan yararlanarak gerçekleşen bir insan yaratması olarak görmek gerekiyor.
Buradaki yaratılan şey, anlam, bir yönüyle sübjektif ve bireysel, bir diğer
yönüyle ise var olan paradigmanın “yeniden üretilmesi” demektir. Neden var olan
paradigmanın üretilmesi demektir? Çünkü anlamanın bir yönü toplumsaldır. Bu
toplumsallık üzerinden toplum realitesine varılır. Anlamaların ortak yönleri
insanlar arasındaki anlaşmanın zeminidirler. Yani, toplum olmanın asgarî şartı.
Ortaçağ
Avrupası’nda da insan, bulunduğu sınıf ve genel çerçeve bağlamında bir var oluş
algısı ve kimlik inşa etmek durumunda idi. Var oluş algısını belirleyen
elemanlar arasında sözel olanlar, vaaz ü nasihat söylemleri, belki de etki bakımından
en zayıf elemanlardı. Asıl etki, insanî hayatı kolaylaştırma, mümkün kılma,
takviye etme niteliğindeki belirleyici unsurlarda aranmalıdır. Vaazdaki
dürüstlük söyleminin arkasında serapa riyakâr bir papaz, toplumun babası olma
iddiasındaki derebeyinde müptezel bir ahlâk, arınma tezlerinin arkasında hiçbir
parfümün bastıramadığı pislikler gören bir köylünün, birazcık muhakemesi de
işliyorsa, kilise öğretisindeki teslis kaynaklı çarpıklıkları görmemesi mümkün
mü? Elbette görmektedir. Ancak görmenin icabı, ya düzeltmek veya daha kuvvetli
bir hile yaratmayı denemektir. Günah çıkartırken dile getirdiği günah ve
hatalar, onu ele veriyorsa yahut kilisenin kölesi haline getiriyorsa, ya
kiliseye de yalan söyleyecek ve Tanrı’yla arasını açacaktır veya derebeyi
önündeki mahkumiyetine bir de kilisenin hakimiyeti eklenecektir.3 Teşekkül eden
insan psikolojisi bakımından sonuç, fevkalade ümit kırıcıdır. Ruhun bütün
yolları tıkanmıştır. Tanrı’ya yönelemez. Tövbe edemez. Etse, papaza koz
vereceği için aleyhindedir. Çocuğuna bir gelecek temin edememektedir. Tıbbî
sistemdeki cehalet, pislik ve egoistlik hastalığı ve yaşlılığı korkunç hale
getirmektedir. Hele bir de domuz yetiştiriyorsa, ki geneli öyledir, pislik had
safhadadır. Sık sık görülen veba salgınlarında bir çırpıda yüz binler
ölmektedir. Karanlık üstüne karanlık, zulüm üstüne zulüm, sefalet üstüne
sefalet… Tek çare kalmıştır: Hırsızlık, yalan, hile, bencillik…
Günümüz
ahlâkçılarının tenkit tonuyla Batı ahlâkını “egoist” diye nitelendirmeleri
böyle bir arka plandan besleniyor. Serbest olan tek şey, şaraptır. Sistemin
mahkûmları buldukları her fırsatta ruhlarını sakinleştirmenin çaresini içkide
arayacaklardır. Böylece Hazret-i İsa’nın kanını içmiş olacak ve Tanrı’ya
yaklaşacaklardır!.. Günümüzün batılı denilen insan tipinin elinden düşmeyen
içki kadehi de bu geleneğin mahsulü. Dolayısıyla şarapçılık, Avrupa
ekonomisinin en önemli kalemlerinden biri.
***
Bizim, yazı
yazarken okuyucuyu konunun sıcaklığından uzak noktalara savurma sonucu verecek
açıklama ve izah bölümleri açma hususunda endişeli bir yaklaşımımız var. Gene
benzer bir endişe taşıyoruz. Adalet ve özgürlükten söz edelim derken geldiğimiz
şu noktada Avrupa düşünce dünyasının bir karakter analizi boşluğu taşıdığını
düşünüyoruz. Zannedilmesin ki, Avrupa toplumlarındaki düşünce tarihi mesaisinin
son derece çeşitli ve alternatifli tezlerden, çalışmalardan mahrum olduğunu
iddia ediyoruz. Bilakis, zengin bir fikrî mesai üzerine oturmuş bulunan bir
düşünce tarihi söz konusudur. Ancak Avrupa’da doğan düşüncelerde (bütün
yeryüzünde olduğu gibi) Avrupa’nın ve oradaki ilgili toplulukların din,
ekonomi, siyaset vb. bağlamındaki tarihî tecrübe birikimi hem kullanılan dil,
hem de fikir sistemlerinde son derece belirleyici özellikler taşımaktadır.
Okuyucuyu savurma
endişesi taşımamız, hükmü besleyecek açıklamalara gelindiğinde “konu
dağılıyor!” zannıyla ilgisinin kaybolması ihtimalinden kaynaklanıyor. Mesela
burada; Avrupalının özgürlük anlayışı için gereken açıklamada bu kavramın
oturduğu genel çerçeveye yapılacak atıflara ihtiyaç var. Bu açıklamalar, bazen
çok malum konular hakkında olabilir. Başlıklara bakıldığında, “acaba yazar bu
basit ansiklopedik bilgiyi buraya neden almış?” sorusuna muhatap olmak bir
talihsizlik elbette. Ancak Voltaire’den aldığımız bir cümleyle söylersek:
“Dünyanın en zor işi, herkesin bildiğini sandığı bir konuda söz söylemek”
olmalı. Hem başlık hem de kullanılan malzeme bazen çok beylik görünümlü
olabilir. Ancak unutulmamalı ki, bilinen bütün yeni bilgi ve düşünceler eski
sözlerle anlatılır. Yeni, eskinin malzemesinden teşkil edilir.
Avrupa düşünce
tarihinde ortaya çıkan ekoller ve fikirler de içine doğdukları “eski”nin
problemleri üzerine dikkat sarfetmiş, çözüm tekliflerini ise “eski dil”in
imkânları ve kavramları ile sunmuşlardır.
Yukarıda takdime
çalıştığımız sınıflı Avrupa toplumlarındaki Ortaçağ tablosu, bizim tasvir
ettiğimiz bir resim değil. Günümüzün modern Avrupasını inşa eden sistem ve
süreçler o haysiyet kırıcı ıstırap tablolarının kanattığı vicdanlar tarafından
kuruldu. Burada “vicdan” kelimesini kullanışımız, inşa edilen yeni yapının
tertemizliğinin yahut mazlûmiyetinin delili sayılmamalıdır. Niçin
sayılmamalıdır? sorusunun en ilginç cevapları arasında olmak üzere Hegel ve
Marks’tan iki örnek üzerinde konuşalım.
Bilindiği gibi
Hegel, Ruhun Fenomolojisi ve Efendi-Köle Diyalektiği adlı eserlerinde, kurgusu
kendisine ait olan tez-antitez çarpışmasından doğan sentezin ikinci aşamada
yeniden tez niteliği ile antitezini ürettiği ve beşerî ve tabiî süreçlerin bu
suretle ilerlediğini iddia eder. Burada ilk söylenmesi gereken şey, bizim
Toplumsal Aklı Anlamak’ta dile getirdiğimiz, anlamanın toplumsallığı ve
tarihsel tecrübeye bağlılığı düşüncemizle örtüşen yüzdür. Diğer yönü, yeninin
eskinin içinden çıkarılması hususundaki doğal kabuldür. Ama burada konumuz
açısından daha da önemli bir nokta var. Avrupa düşüncesini analiz edenlerin
atladıkları nokta da burası. Hegel, tam da yukarıdaki gerekçeyle sınıflı
yapının çocuğu olduğunu seçtiği kelimelerle ispatlamaktadır: Köle ve Efendi!..
Hegel’e göre Geist,
efendidir. İnsan köledir. İnsan, kimliğini inşa edebilmek için kölenin
kendisini efendiye verişi, efendinin mülkü oluş idraki içindeki bir psikolojik
yaklaşımla, dış âlemden tanıdığı bir örnekte yok olmalıdır. Yukarıda sözünü
ettiğimiz köle ahlâkı Hegel’in dilinde yeniden ifade buluyor. Hegel’in yaptığı
kendisine bir dil kazandıran içinden çıktığı toplumsal tecrübeyi
rafineleştirmek olduğu kadar, yeryüzüyle “Baba Tanrı” ve “Oğul” “İsa Efendi” yi
en büyük feodal bey yerine koymaktan başka bir şey değildir. Bu “feodal bey”,
soyut bir değere dönüştürülerek âlemin ruhu sayılan Geist ile
örtüştürülmektedir. Köle ise, bir XIX. Yüzyıl Protestan Alman toplumu içinden
konuşan, yani sınıfların hayli zayıfladığı, ilk Avrupa toplum örneği olan Alman
kültürü bağlamında, yani nisbeten “öz-gür-leş-ti-ril-miş” insanlar arasında
fikrini kurmasına rağmen, kişileşmenin temel aşaması, asla aşağılamadan
zikredilen özgür insandır. O özgür insan, yeniden kölelik duygusuna basmadıkça,
kişiliğini bulamayacaktır. Çünkü Hegel’in kullandığı kavramlar dünyası, bir
“köle dili” içinden doğmuştur.
Niçin “köle dili”?
Söze girerken
toplumun ana gövdesinin servage ve kölelerden meydana geldiğini söylemiştik.
Dil, hayatı anlamlandırmanın sembollere aktarılmış halidir ve esas itibariyle
bir inanma ve anlama modeli niteliğini asla kaybetmemektedir. Yeni kuşaklara
toplumsal ve kültürel mensubiyet kazandıran, kimlik oluşturan bir telkin gücü
taşıdığı tartışılamaz bile. Türkçe üzerindeki oyunları bir de bu açıdan
değerlendirmeli. Yüzlerce yıllık kölelik tecrübesi içinden doğan Avrupa
dillerinden biri de Almancadır. Evet, entelektüeller dili inceltir,
nüanslandırır, keskinleştirebilirler. Ama “anlaşılma kaygısı”ndan uzak bir
metin düşünülemez. Anlayacak kitle ise kölelik tecrübesi neredeyse genetik hal
alan bir topluluktur. Tarım işçisi köleler, toprağı sürerkenki, gidiş
gelişlerini gramere dönüştürerek, nasıl içten kırılmalı bir dil oluşturdu ve
Avrupa entelektüelleri bu yapıyı kullanmak zorunda kala geldilerse, bu gramere
(yani mantığa) bağımlılığa paralel bir kavramsal bağımlılıkları da vardır.
Efendiyi teskin etmeye dönük tedbirli rapor dili ve itaati teyit eden
kavramlaştırma üslubu düşünürlerde değişemezdi. Aksi halde muhataplara ulaşma
şansı ortadan kalkar.
Bir diğer cephe,
ilâhiyat tahsilli Hegel, bu üslubu seçerek teslisçi Hıristiyan teolojisine yeni
bir içtihat getirmişti. Ama bir din adamı tavrıyla değil, bir filozof tavrıyla.
Hegel’e dönük ve
aslında onun anlaşılmasını daha da kolaylaştıran kültürel psikolojik arka
planın etkisi, sadece Hegel için geçerli değil elbette. Dikkatli gözlerle
incelendiğinde bu halin paralel örneklerini hemen her Avrupalı düşünür ve
sanatkârda yakalayabilirsiniz. Kâh kurulu düzeni teyit, kâh reaksiyoner
yaklaşıma sahip Avrupalı elitler, kendilerince itirazlarını dile getirirken
bile, ortaya çıkan tanım ve belirlemeleri, ötekileri, adı geçen arka planda
bulmak kabildir. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zedüşt’ü Ortaçağ eseri olan
Katolik, ruhban ve aristokrasi üzerinden belirlenmiş kavramların riya ve
hilekârlığa itirazların, Zedüşt dilinden yansıtılması değil midir? Auguste
Comte’un din ve mitolojilere itirazı, aynı yapının ters yüz edilmiş bir
kavramlaştırması sayılamaz mı? Eflâtun’un Devlet’inden, Machyavelli’nin
Prens’ine, Thomas Hobbes’un Leviathan’ına kadar, sınıflı yapıyı zemin almış
devlet ütopyaları çıkmaz mı karşımıza? Bu devlet ütopyaları, ütopya oldukları
halde, alt sınıflara acımasız bir devlet kurgusu taşımıyorlar mı?
Aynı şekilde,
Marks’ın “Komünist Ütopyası” da ele alınmalıdır. Burada geniş uygulama alanı
bularak XX. Yüzyıl insanlığının yarısında derin travmalara yol açması
dolayısıyla, Marksizm üzerinde ayrıca durulmalıdır. İnsanlığı kurtarma iddiası
taşıyan bir ideoloji niteliği kazandığı için, yarattığı sonuçlarla kontrast
teşkil eden bir sanal paradigma yaratmasını ayrıca ve özenle belirtmek gerekir.
Marks’ı esas itibariyle öncüllerinden daha merhametli ve cesur addetmek
gerektiği ortadadır. Çünkü o, öncekilerin itirazsız benimsedikleri sınıf
problemini insanlığın lehine yorumlama ve zulmü bertaraf etme iddiasındaydı.
Marks’a göre
insanlığın yücelmesi sınıflar arası çatışmadan kaynaklanmaktaydı. Ama bu
çatışma büyük proleter ve servaj kitlesinin ağır sömürüsünden kaynaklanıyordu.
O halde piramit tersine çevrilmeli ve tarihî diyalektik proletarya diktatörlüğü
kurularak işletilmek suretiyle zulme nihayet verilmeliydi. Gerçi Marks’ın
hedeflediği sömüren sınıf artık aristokrasi ve ruhban olmayıp, burjuvaziydi.
Ama onun diyalektik anlayışı mucibince burjuvazinin ortaya çıkmasına sebep olan
zemin Ortaçağ klasik sınıf çatışmasıydı. Yani burada ezen sınıfın niteliği ve
adı değildi önemli olan. Üst sınıfın sömürücü tabiatıydı. Üstelik Marks,
komünist ütopyasının, ana tezi olan diyalektiğin doğal akışı içinde zuhuruna
razı olmamış ve ayrıca yöntem olarak bir “devrim söylemi” de geliştirmişti.
Çünkü her türlü fukaralıktan asırlardır muzdarip bir sınıf, hangi birikim ve
yetenekle yönetimi devralabilecekti ki? Hızla bilinçlendirilmeli,
silahlandırılmalı ve kendi despotizmini kurmalıydı. Devrim oldu ve insanlık 1917
den 1990a kadar (günümüzde uzantıları devam eden Çin ve Küba örnekleri istisna
tutulursa) yüz milyonlarca insanın kan kusmasına yol açtı. Bir faydası olmadı
değil! Vahşi kapitalizme “sosyal devlet” kavramının girmesini sağladı.
Buradaki büyük
yanılgı, insanlığın ilerlemesinin sebebi olarak sınıf çatışmasının merkeze
konulmasıdır. Bizim eleştirimiz, komünizme cevaben faşizmin getirdiği milletler
çatışması tezine dayanmıyor.
Bizim eleştirimiz,
Avrupa’daki ilerlemenin asıl sebebi olarak Luther ve Calvin’in getirdiği
Katolisizmi bertaraf eden Protestanlığın nazar-ı itibare alınmayışıdır.
Avrupa’daki ilerleme, katı bir yobazlıkla düşünce, sanat ve bilimi asırlarca
katıksız hücre hapsinde tutan Papalık otoritesinin kalktığı coğrafyalarda
tahakkuk etmiştir. Marks’ın kendisi dahi Yahudilikten Protestanlığa geçmiş bir
kimseydi. Gerçi, bu itikadî pozisyon değiştirmesi ve taşıdığı farklılık,
“FARK”; Avrupa’yı bir ölçüde dışarıdan görmesi imkânı demekti. Bu imkânı
kullanmıştır elbet. Biz Toplumsal Aklı Anlamak’ta, farkın anlama üzerindeki
rolünü göstermiştik. Marks sistemini, “farkının avantajı”nı kullanarak kurmakla
beraber, içine doğduğu Alman toplumunun ve bir dönem yaşadığı İngiltere’nin
itikadî anlamda nisbeten müsamahalı Protestan ortamlarında geliştirdi. Keza devrim
fikrinin şiddet üzerine oturmasında ise, tanıdığı toplumsal yönetim biçimleri
ve Avrupalı devlet ütopyaları etkili olmuştur. Doğal süreçleri isabetli
teşhislerle görmemiş, “inanma”yı sisteminin temelinde kullanmasına rağmen,
toplumsal plandaki kurumsal inanmayı asla doğru değerlendirememiştir. Bu konuda
Maks Weber’in, Protestan ahlâkının çeşitli sonuçlarına dair, özellikle
sosyo-ekonomik plandaki analizleri, Karl Marks’ın çok daha ilerisine geçmiş
görünüyor.
Bizce vakıa,
Weber’in açıklamasında saklıdır. Bunu anlamak için olağanüstü çapta zekaya ve
bin bir ispata gerek yok. Günümüzde bile dünya coğrafyasının Katolik, Protestan
ve Ortodoks coğrafyaları yan yana konulduğunda bütün parametrelerdeki Protestan
üstünlüğü göze batacak kadar barizdir. Tabiatıyla Weber’in sırf Protestanlığa
tahsis ettiği “zihniyet-ilerleme” ilişkisini diğer inanç ekolleri bağlamında da
geçerli görmek salim bir yaklaşım olacaktır.
Yani Marks, hem
taraftarlarını hem de tarihi yanıltmış, kurduğu açıklama modeliyle insanlık
tarihinde yüzyıllık beşeriyet ıstırabının müsebbibi olmuştur. Sınıflı yapı
kesinlikle ilerleme sebebi olarak gösterilemez. İnsanlığın yüzyıllarca kanı ve
canı üzerine oturan, kendisi ortadan kalktıktan sonra da yarattığı sosyal
travmanın hala devam ettiği bir yapıyı medeniyet diye değerlendirmek,
insanlığın hayrını ve haysiyetini değerli sayan hiçbir düşünürün yapabileceği
bir şey değildir.
Avrupalı öncü
düşünürlerdeki istikamet ve muhakeme bozukluğu, esasen “ilmin maluma tabi
oluşu” sebebiyle, yadırganacak bir tablo değildir. İnsanlar bu acıları, bu
engin zulmü kendi nefislerinde yaşadıklarından, problemi tanımaktadırlar. Bu
problem üzerine gayet geniş bir edebiyat ve görsel sanat dünyası gelişmiştir.
Tolstoy’dan Balzac’a, Stendhal’den Cervantes’e, Dante’den Shakespeare’e, Victor
Hugo’ya kadar birçok gelişmiş vicdan, bu yaygın acıya merhem olmaya çalıştı.
İlginçtir, romanın devreye girdiği coğrafya Katolik coğrafyası iken, felsefe
Protestan dünyada öne çıkıyor. Acaba bu öne çıkış, kiliseye rağmen açık bir
felsefî duruş sergilemenin güçlüğünden mi kaynaklanıyordu dersiniz? Gallile’nin
başına gelenlere bakılarak…
***
Avrupa adına esef
edilecek nokta, aydınlarının Katolik veya Protestan ayırımı söz konusu
olmaksızın bir ortak düşman belirlemiş olmalarıydı. Bu ortak düşman din olarak
İslâm, toplum olarak Türkler’di. Avrupa düşünce, sanat ve bilim hayatında İslâm
bilim, sanat ve fikir adamlarının derin etkisinin varlığı şüphesizdir. Ancak
Avrupa aydını, halkının husumetine mahkûmdur. O halkı asırlarca “Türkler
geliyor!” tehdidiyle korkutan kilisenin başarısı su götürmez. Bu korkunun
haklılığı ya da haksızlığı üzerine derinleşme ihtiyacı duyan Pier Loti veya Von
Hammer tipinde Avrupalı aydın sayısı iki elin parmaklarını zor bulur.
Dolayısıyla halktaki Türk nefretini kullanmak daha kârlı iken, Voltaire,
Rousseau gibi önde gelen isimlerin Türk düşmanlığını tahrik etmeleri
anlaşılabilir. Ancak bu husumetin kayıtsız şartsız oluşu, Avrupa’nın
mukadderatı bakımından asırlarca çökertici etkiler yaratmıştır. Elbette ki hem
Endülüs’ten, hem de doğudaki İslâm dünyasından dolaylı veya dolaysız
etkileşimler vardır. Fakat Avrupa entellektüeli birkaç istisna dışında
yararlandığı zaman kaynağını belirtme namusu gösterememiştir. Üst perdeden
bakıldığında Gazzâlî, İbn-i Rüşt, İbn-i Sinâ, Muhiddin Arabî veya Mâturîdî
itikadî yaklaşım kâh Descartes üzerinden, kâh Spinoza’dan Bergson’dan,
Hegel’den yakalanabilir. Veya Martin Luther’de tespiti mümkündür. Fakat
ilginçtir, hiç birisinde kaynağını dürüstçe ifade edilmiş bulamayız. Goethe
gibi, Mozart gibi, Shopenhauer gibi bu komplekse kapılmayan örneklerin sayısı
ve etkisi ise ne yazık ki çok düşük seviyededir. İşte bu husumetin yarattığı
kavrukluk, reform hareketinin ancak XVI. Yüzyıldan itibaren asırlarca
kıvrandıktan sonra ve gene dürüst olmadan Osmanlı’nın model alınmasıyla
aşılabilmiştir. Önce Almanya’da, sonra Hollanda ve İngiltere’de bazı nüanslarla
kendine hayat alanı açabilen Protestanlıktır ki, Batı’yı içinde bulunduğu kısır
döngüden kurtarabilmiştir. Burada Protestan dünyanın idealize edildiği vehmi
uyanmasın. Çalışmamızın başında dile getirdiğimiz şiddet gören çocukların
şiddet uygulamasına benzer bir gelişme, Protestanların sömürgecilik
dönemlerinde Afrika’dan Çin’e kadar yeryüzü halkına asla adil davranmamasıyla
sabittir. Sınıflar arası çatışma ve zulüm örneklerinde Aristokratın kendini
üstün görmesi gibi, bu defa da İngiliz ve Alman ırkçılığı ile “efendi beyaz
adam” ön kabulü, insanlık nezdinde bunların kendilerini üstün görme gerekçeleri
olmuştur. Alman ırkçılığı malum. İngilizler ise yeni Zelanda ve Avustralya’yı
Anglo-Sakson insanı yetiştirme düşüncesinin dev birer çiftliği halinde
projelendirmişlerdi. İngiliz’in Britanya’daki çöpçüsü, Hindistan’da efendidir.
Yaygın kanaatin
aksine, sınıf çatışmaları yerinde sayma ve zulme sebep olurken, tabiî olarak
devrin en parlak modeli Osmanlı üzerinden aktarılan Protestan paradigma ise
felsefe-bilim geleneğini ateşleyerek ilerleme ve refaha yol açmıştır. Hatta ne
yazık ki köleci geçmişin alışkanlıkları, zaten eksik bir iktibas olan
Protestanlığı, özünde insanlık hayrına fonksiyonel kılamayışın da sebebi
olmuştur.
Protestanlık için
kullandığımız “eksik iktibas” hükmüyle bir haksızlık yaptığımızı düşünmüyoruz.
Protestanlıktaki
yarım kalma vakıasını tam olarak ifade edebilmek, iktibas edilen sisteme dair
tam ve doğru bir kanaatin teşekkülüne bağlı görünüyor.
Tespit etmemiz
gereken öncelikli bir husus var: yeryüzünde adeta farklı toplumlar arasındaki
bir mutabakatla, sürekli kurgulanan ve bu kurgunun yaşamasını sağlayan
kampanyaların yarattığı “Türk düşmanlığı”.
Öncelikle Türk’e
dair yaratılmış “barbar, vahşi, merhametsiz, yağma ve öldürmekten başka bir şey
bilmeyen savaş sürüleri” izlenimi, niçin ısrarla korunmaya çalışılır? Türk
kimliğinin gerçek niteliğine dair, aşağıda müstakil bir bölüm açacağımızdan
şimdilik burada elbette tamamen yanlış olan bu hükmün, haksızlığına dair
konuşmaktan ziyade, Slavlar, Çinliler, Araplar ve Avrupa toplulukları
nezdindeki ortak izlenimin bu topluluklardan kaynaklanan sebepleri üzerinde bir
miktar durmak gerek.
Türk’e dönük
husumet taşıyan toplumlardaki bu düşmanlığın diri tutulmasından çıkarı olanlara
bir bakmak gerek. Ya da şöyle söyleyelim; Türk varlığı husumet besleyen
topluluklarda kimlerin pozisyonunu tehlikeye atmaktadır ki, toplumlarda
yaratılan genel husumette, varlıklarının devam teminatını bulabilmektedirler.
Soru bu şekilde konduğunda, ilgili toplumlardaki hüküm sahiplerinin
pozisyonları ilk olarak incelenmeli.
***
İleride
anlatacağımız üzere, Türk toplumunda tarım toplumlarındaki sınıflı yapı modeli
geçersizdir. Dolayısıyla ne ruhban, ne de aristokrat bir zümre vardır. Hal
böyle olunca ruhban ve aristokrat hâkimiyetindeki coğrafyaların efendileri,
Türk toplumsal sistemini kendi varlıklarını tehdit eden, ebedî zulümlerini
durduracak bir tehlike olarak görmektedirler. Aslında tarihî uygulama
bakımından Türk hâkimiyet coğrafyalarında, farklı inanç ve kültürlere tanınan
muhtariyet nitelikli özgürlükler bilinmiyor değildir. Ancak Türk hâkimiyetine
giren sınıflı toplum tiplerinde, üst sınıfların alt sınıfları esir almasına
izin verilmemektedir. Çünkü halk, esas itibariyle devletin tebasıdır ve zulme
karşı korunmaları Töre’nin temel ilkelerindendir. Dolayısıyla kendi hükmü
altındaki yabancı kültür guruplarına tanınan muhtariyet, zulme devam ve
köleleştirme özgürlüğü anlamına gelmemektedir. Yani üst sınıflar için zayıf
kitleler üzerinde kurulmuş sınıf despotizmini koruma adına Türk’ü düşman ilan
etmek ve bu düşmanlığı cahil kitlelere benimsetmek, varlıklarının devamını
güvence altına alacaktır. Bu konuda ruhban ile aristokrasi tam bir görüş
birliği taşımışlardır. Düşmanlığı meydana getirmek için Türk’ün gerçek
niteliklerini öne çıkarmak elbette söz konusu olamazdı. Ya atlı toplum olmanın
yarattığı farklılıkları çarpık yorumlayarak veya inanç farklarını Türk cihan
devleti ülküsünü, Alplik, gaza ve cihat kavramlarını tepetaklak ederek bir Türk
imajı kurgulamak, genellikle izlenen yöntem olmuştur. Keza gelenek, görenek
hatta domuz yememek gibi beslenme farklılıkları dahi bir ebedî düşman inşası
için yararlı malzemeler şeklinde karşımıza çıkıyor. Aristokrasinin pozisyonu,
ruhbana göre daha trajiktir. Çünkü Töre yönetimi asaleti reddeden ve ehliyete
önem veren, hizmeti gaye edinecek insanlara asla sınıf farkı gözetmeden
görev(mevki!) tevdi etmektedir.
Hal böyle olunca,
kitlelerin sürekli Türk korkusuyla, tehlike çanlarıyla yaşadığı panik hali
devam ederken, onların Türk’e sükûnetle bakıp, akl-ı selim çizgisinde değerlere
ulaşmaları beklenemezdi. Türk’ü tanıma konusunda inşa edilen bu “husumet
duvarı”nı aşmadan olumlu bir noktaya erişmek güçtür. “Olumlu nokta” demek
husumet toplumlarındaki zulüm çarkının ortadan kalkması demektir.
Alt sınıflardaki
köle psikolojisinin yarattığı hilekâr ve kıskanç karakter yapısının, kendi
mahrumiyetlerine benzemeyen ehliyet, liyakat, emek ve adalet kavramlarının
belirlediği toplumsal ve bireysel karakterleri hazmedememesi, Türkçe tabiriyle
söylersek “günülemeleri”, kıskanmaları, yani “özlerine küni değmesi” de
husumetin devamında rol oynayan önemli faktörlerden biri olarak dikkate değer.
Burada Arap
dünyasında önümüze çıkan Türk düşmanlığı konusuna da bir iki cümleyle
değinelim. Hıristiyan dünyada yaratılan düşmanlıkta yalnızca din farkı rol
oynuyor zannedenler için Arap dünyasındaki husumeti açıklamak, ilk anda güç
görünür. Ama Araplardaki Türk husumeti tarihî bir gerçektir. Annesi Türk olan
Abbâsi halifeleri Me’mun ve Mu’tasım’ın Samarrâ’da kurdukları özel Türk ordusu
uygulamasındaki sempati, tarihte devamlılık arz eden bir yapı değil ne yazık
ki. Bize göre Arap dünyasındaki husumetin özünde de Hıristiyan dünyadaki öfke
ve nefret sebepleri vardır. İlk Müslüman Türk guruplarını
“mevâlî-acem-kölemen-memlûk” gibi, onları köle hatta mal addeden kelimelerle
adlandırmaları, köleci Arap toplumu geleneğinin doğal bir uzantısıydı. Evet,
Araplar sınıflı ve köleci bir toplumdu. İslâmiyet bu Arap toplumsal geleneğini ilkesel
olarak zayıflatma eğilimi taşımakla beraber, onu ret ve inkâr etmemiş; hatta
Hz. Peygamber ve ilk dört halife seviyesinden meşrulaştırmıştır. Bu toplumsal
eğilim sonuna kadar devam etmiştir. Ne yazık ki köleliği kaldırma şerefi İslâm
dünyasına ait değil!.. Dolayısıyla tarih, Arap Eş’arî müslümanlıkta inşa
edilmiş olan “ulemâ”nın bir yarı ruhbana dönüştürülmesi, Arap asilzadeleriyle
ulemanın Türk yönetim geleneği ve Mâturîdî Müslümanlığı karşısında bir nefs-i
müdafaa psikolojisi yaşadıklarını, Haçlı seferlerinde en kuvvetli örnekleri
ortaya çıkan olaylarla bize aktarıyor. Müslüman Arap-Haçlı işbirliğinin birçok
mide bulandıran örneğini o devri anlatan herhangi bir tarih kitabında
bulabilirsiniz. “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat”, aynı ümmetten olmak, Müslüman bir
başka toplumla dayanışmak gibi değerler üzerine Türkler’den başka Araplar
arasında da kaygılar taşıyan istisnalar yoktu demiyoruz. Ama tarih aynasına
cesaretle bakmak gerek.
***
Türklüğe dair, Türk
kültürünün yaratıcı dinamikleri hakkında asıl değerlendirmeyi ileriye tehir
ederek, özgürlük kavramına geri dönmeye çalışalım. Dedik ki, alt sınıfların baş
kaldırısı, diğer sınıflı tarım toplumları böyle bir ihtiyaç duymazken niçin
Katolik dünyada ortaya çıkıyor? Bize göre bunun bir takım sebepleri var. Bütün
sebepleri tek tek belirtip analizine girme iddiası taşımadan birkaç sebebe
değinmeye çalışalım.
Katolik dünya Roma
bakiyesi bir dünyadır. Özellikle Batı Roma bakiyesi. M.S. IV. Yüzyıldan
itibaren Hıristiyanlığı kabullenebilen Roma V. Yüzyıl ortalarında çöktü. Roma
pagan bir inanç sistemine bağlıyken, çok tanrılı inanışlarını koruma adına
Hıristiyanlıkla takriben üç yüz yıl mücadele etti. Esasen Hıristiyanlık orijini
bakımından sınıf farklarını reddedip, mazlumun yanında yer alan Tevhitçi bir
dindi. Çeşitli araştırmalarla gün yüzüne çıkan apokrif İncillerde Hazret-i
İsa’nın hiç de tanrılık iddiasına düşmeden öğretisini aktardığı görülüyor. Ama
siyasetin tahakkümü altında kurumlaşan Papalık, önceleri Roma’nın karşısında
direnebilmenin bir çaresi olarak zahit ve mistik din adamı tipi üzerinden
örgütlendi. Dinî otoritenin merkezî karakterli bir örgüt tarafından temsil
edilmesi Sezarların bu dini kontrol edebilmesinin bir imkânı olarak fark
edilince, din meşrulaşırken, ruhban da meşrulaştı. Roma imparatorları,
kilisenin alt sınıfların itaatini sağlama bakımından stratejik bir ortak değeri
taşıdığını gördüler. Sayısız kanun kaçağı, kaçak köleler, isyankârlar ve bütün
alt sınıf Hıristiyanlıkta sığınılacak bir liman buldu. Sezarlar kilise
hudutlarını ruhbana emanet ettiler. Siyasete karışmama sözü veren ruhban,
devlet nezdinde meşrulaşabilmesinin bir bedeli olarak devletin sırtındaki bir
yük gibi duran saydığımız gurupları kilisenin içinde etkisiz hale getirip sonra
da onları kullandılar.
Roma yıkılıncaya
kadar iki yüz yıl civarında bir sürede kilise Roma coğrafyasında yaygınlaştı,
kurumlaştı. Bu süre zarfında verdiği söze sadık kaldığı görülüyor. “Sezar’ın
hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” cümlesiyle formüle edilen bir
devlet-kilise ilişkisi işbirliği gözleniyor.
M.S. V. yüzyıl
kavimler göçü denilen bir sosyal afet yüzyılıdır. Roma’nın çöküşü sadece siyasî
dokunun ve siyasî merkezin ortadan kalkması değildi. Avrupa nüfus yapısının da
alt üst olmasıydı. Vatikan’ın bu yeni kitlelere nüfuzu, onları yerleşik bir
düzene kavuşturması kolay bir süreç sayılamaz. Ama tarım ekonomisi dışında daha
verimli bir ekonomik faaliyet türü olmayan Avrupa’da, yeni gelenler de asıl
yağmacı asalak kültür geçmişlerini bırakarak toprağa bağlandılar. Soğuk
bölgelerden gelirken eski geleneklerinden bir takım unsurları da Hıristiyanlığa
mal ettiklerini görüyoruz.
Türkler geliyor…
Hıristiyan dünyası
özellikle Katoliklerin Türklerle ilgili pozisyonları şu noktada iki kısımda ele
alınabilir;
- İslâm öncesi Türk gruplarıyla karşılaşmaları ve bunun sonuçları.
- Müslüman Türklükle karşılaşmaları.
İslâmiyet’ten
evvelki temaslarda eğer Göktürk ve Uygur tecrübelerini ihmal ederek bakarsak
(Göktürk ve Uygurlarla temas daha ziyade Ortodoks Bizans temsilcileriyle
diplomatik ilişki niteliğinde olduğundan onları istisna tutabiliriz.) sosyal ve
dinî alanda sonuçları olan en etkili temas, Batı Hun Devleti ve sonrakiler ile
gerçekleşenlerdir. Bu temaslarda karşı karşıya gelişler, askerî ve sosyal
temaslar Hıristiyan Katolik dünyada pek de olumsuz yankılanmıştır, diyemeyiz.
Atilla’nın Roma’yı tarihten silişi, kendi varlığını kalıcılaştırmak sonucunu
vermediği gibi, Papalığın kudretini Avrupa çapında etkili ve kalıcı hale
getirmişti. Roma’nın ezici siyasî otoritesi yanında “Sezar’ın hakkını Sezar’a
vermek şartıyla” meşrulaşabilmiş olan Saint Paul Kilisesi, Atilla’nın Roma’yı
bertaraf etmesiyle derin bir nefes almış, yer yer, zaman zaman Avrupa siyâsî
otoritelerini eşiğine bağlamayı becermiştir. Sonraki aşamalarda Avar, Macar ve
Bulgar Türk Hanlıkları ise Hıristiyanlaştırılarak etkisiz kılınmıştır. Bu ilk
temaslar sırasında, Türklerle Papalığın iş birliği yaptığını iddia etmiyoruz.
Bilakis, hatta Atilla’nın Roma’ya girmesini önleyen devrin Papası II. Leo
idi(M.S.452). Mağlup olan Roma idi ve Papa mağluplar safındaydı ama Atilla’nın
öldürülmesinden sonra dağılan Hunlar’ın korkulacak bir tarafı kalmamıştı ve
kilise Avrupa’nın en önemli otoritesi olarak öne çıktı. Bu meyanda büyük Roma
imparatorluk otoritesinin sahneden çekilmesiyle “malikâne sistemi” de denilen Avrupa’yı
saran küçük feodaller de varlıklarını Türkler’e borçludur desek yanlış olmaz.
Adına Ortaçağ feodalitesi denilen bu siyasî yapı, esasen gevşek bir Katolik
imparatorluğu idi. V.-VI.-VII. Yüzyıllar Avrupa’nın kuzeyden gelen
barbarlar(Alman, İngiliz, Fransız, hatta Lehlerin ataları olan Ostrogotlar,
Vizigotlar, Franklar, Ulahlar, Angıllar ve Saksonlar, Cermenler) ile mücadele
ve hazım dönemi olarak görülüyor. Bu Sibirya halkları Türk korkusuyla Avrupa’ya
doğru uzandılar ve uzun mücadelelerle her biri bir coğrafyaya yerleşti.
Katolisizm, kendisini bunlara kabul ettirebilmek konusunda gayet başarılı
olmuştur; elbette yer yer pagan adetlerini kilise ritüellerine dâhil etmek
bahasına. Daha o tarihlerde bile, Atilla ordularının Avrupa’daki zulüm
merkezlerini cezalandırmak için, yani adaletin tesisi için Tanrı tarafından
gönderildiğine inanılmıştı. Atilla’ya o sebeple devrin papası III. Leon
tarafından “Tanrı’nın Kırbacı” (Lat.: Flagelum Dei) unvanı verilmişti.
Bu unvanda biz,
Türklük ile adalet kavramlarının Batı toplumları gözündeki önemli
buluşmalarından birisine şahit oluyoruz.
Türklükle Katolik
dünyasının bu teması, zahiren siyasî ve askerî mağlubiyet şartlarında
gerçekleşmişti. Mağlub kurumlardan biri Papalık sayılmakla birlikte, sonuçta
ayakta kalan en güçlü kurum oluşu sebebiyle gerçek kazanç Papalığa düşmüştür.
Dinî bir kurum olan Papalık böylece dünyevî bir otorite merkezine de
dönüşmüştür. Özellikle aforoz ve günah çıkarma yetkileri Katolik ruhbanı
tarafından müthiş bir dünyevî saltanat manivelası haline getirildi.
***
Tarık bin Ziyad
komutasındaki İslâm ordularının VIII. Yüzyıl başında(711) Endülüs’ü fethi,
Avrupa’daki kurulu düzenin tehdidi anlamına gelmiyor olmalı ki, 700 sene
Avrupa’nın kalbinde bir Arap-İslâm Devleti olarak varlığını sürdürebildi.
Arap-İslam orduları gayet tabiî çiçeklerle karşılanmadı. Papalığın ciddî
katkılarıyla İslâmî fütuhat İber yarımadasında bloke edildi. Sonra da Katalan
ve Aragon kontluklarının öncülüğünü Vatikan’ın ciddî bir destek koymasıyla bir
haçlı stratejisine çevirdiler. Ama tecrübeli Papalık kurumu, Müslümanların
yarattığı fiilî durumu, cemaatini bir tehditle korkutarak elde tutmanın bir
imkânı olarak da gördü. Ayrıca felsefî ve bilimsel bakımdan Ortaçağ
Avrupa’sının çok ilerisindeki Endülüs’ten yararlanmasını da bildi.
Selçuklular’ın
Anadolu’yu fetihleri Papalığı besbelli ki, çok daha şiddetle tedirgin etmiştir.
Selçuklular üzerine milyonlarla ifade edilen haçlı orduları süren Papalık,
gerçekten Endülüs-Emevî Devletini neden aynı derece şiddetle tehdit olarak
görmedi? Haçlı seferleri sırasında Endülüs orada duruyordu. Tekrar düşünelim.
Acaba burada Arap geleneğinin sınıflı yapıyla bağdaşık karakteri,
Endülüs-Emevîleri’nin sınıflı Avrupa coğrafyasında varlığını sürdürmesini
kolaylaştıran bir unsur muydu?
Türk idare geleneğindeki
sınıfsız topluma has “adalet” ilkesi, Haçlı Seferleri’nin asıl sebebi olarak
neden değerlendirilmesin?
Katolik dünyanın
Türklerle ikinci karşılaşması, Selçuklulardan itibarendi. Gerçi arada
Abbasilerin Türk’den devşirme askerî birliklerle temasları vardı. Ama bu
karşılaşma hem Ortodoks Bizans’la idi, hem de Abbasi patronajı altındaydı.
Selçuklular’la karşılaşmalarda da Ortodoks Bizans ile muhatap olundu. Ama tuhaf
bir şekilde Türkler’in 1074 de Üsküdar’a kadar gelmesiyle Bizans’ın yok olma riski,
Papalığı Türkler’le yüz yüze gelme korkusuna sevk etmiş olmalı ki, Papa II.
Urban ve meşhur keşiş Piyer Lermit öncülüğündeki ilk Haçlı seferi 1096-1099
yıllarında bir milyona yakın bir haçlı ordusuyla gerçekleştirildi. Vakıa
Endülüs Müslümanlarına dönük XII. Yüzyıldan itibaren harekete geçen yeniden
fetih stratejisi içinde Papalığın aktif rolü göz ardı edilemez. Endülüs İslâm
toplumuna dönük Katolik taassubu ve husumeti XV. Yüzyıl sonuna kadar(1592) son
Müslüman İber yarımadasından çıkarılmadan sükûn bulmamıştır. Ancak Endülüs
tarihine bakıldığında, Anadolu Selçukluları’na uygulanan boğucu ve sürekli
baskıyla kıyaslanması mümkün olmayan bir uygulama vardır.
Papalığın Hunlardan
itibaren Müslüman olmayan Türk kitlelerini etkisizleştirme siyasetinde bu toplulukları
Hıristiyanlaştırma çabası öne çıkıyor. Misyonerlik uygulaması, Avrupa
Türklüğünün bu ilk dalgasını nötralize etmiştir. Ama bugün bile Macar ve
Bulgarlara ikinci sınıf Avrupalı muamelesi yapıldığı gözden kaçmıyor.
Selçuklularla ortaya çıkan ikinci büyük dalga, ilkine göre daha büyük bir
tehdit olarak algılanmıştır. Bunda, Müslüman Türklerin bir alan temizliği yapa
yapa Hıristiyan dünya üzerine yürümesi, dehşetin şiddetini arttırmış olmalı.
İlk dalgada gelenler Avrupa’nın merkezine, bir Katolik denizinin ortasında
kalmış adacıklar gibi abluka edilebilir bir pozisyonda idiler. Oysa Selçuklular
ve sonrasındaki Osmanlılar arkalarında bir Hıristiyan tehdit bırakmadan
yürüyorlardı. İlaveten, Müslüman Türkler İslâmiyet’in Hıristiyanlık
karşısındaki dinamizmini ve psikolojik üstünlüğü ile de donanmışlardı.
Ama gerek ilk,
gerek ikinci dalgalarda Katolik dünyada doğurduğu yok olma duygusu sevkiyle
düşmanı imha içgüdüsü analiz edilmeye değer bir sonuçtur. Katolik dünyası,
Türklere karşı niçin böyle bir acımasız, müsamahasız refleks ortaya koyar?
Papalığın Türkler
karşısındaki reaksiyonu, V. Yüzyıldan itibaren çok şiddetli olmuştur. Bu da
bize göre Türklerde sınıflı bir yapı bulunmayışından kaynaklanıyordu. Endülüs’e
resmen öğrenci gönderen Papalık, Türklere karşı şiddet ve demir perde
uygulaması yaparak kendini korumayı XV. Yüzyıla kadar başardı. Askerî ve
coğrafî alanda gerilemesine rağmen en ciddî tehdidi Fatih zamanında Gedik Ahmet
Paşa’dan gördü (1478 Otronto seferi).
Tarihin ilginç
cilvelerinden biri, Papalığın kendisini korurken mağlubiyetini de
hazırlamasıdır. Alt sınıfları sakin ve mûtî tutmanın en emin yolu, tevekkül ve
kadercilik aşılamaktır. Aslında Papalık tebasına karşı resmen bunu yapmıştır.
Ancak tehditlerini savuşturmak istedikleri Türk ilerlemesine neredeyse
periyodik denilebilecek bir tutumla karşılık verme siyaseti, kendi cemaati
içinde yaratmaya çalıştığı kaderci yaklaşımın zıddıydı. Üstelik köyünde meskûn
bir Hıristiyan mü’mini kontrolde zorlanmayan Vatikan’ın, Haçlı seferlerindeki kültür
alışverişine mani olamadığı görülür. Bunlar arasında özellikle süvari
Türklerden taklit edilerek ve kahramanlık timsaline dönüştürülen şövalye
tipiyle, adına Troubadour denilen gezici destancılardır. Şovalye tipini bütün
ironisiyle Cervantes Don Kişot’unda ortaya koyuyor. Troubadourlar ise,
özellikle Alman ve İngilizler arasında büyük rağbet gören
destancı-şair-müzisyenlerdir. Modelleri ise Türk âşık alp-ozanlarıdır. Bugünkü
modern Avrupa kültürünün ilk öncüleri sayılması gereken Troubadour tipi ve ortaya
koydukları ürünler papalıkla yıldızı pek barışmayan Cermenler arasında yüksek
ilgi gördüler. Bu destancı tipin Germenler arasında yüksek itibar görmesi,
ileriki asırlarda ortaya çıkacak Türk-Alman ilişkilerinin ön basamaklarından
sayılabilir. Bazı edebiyat tarihçilerinin modern Avrupa edebiyatının ana türü
olan romanı bunlara bağladığını dahi kaydedelim. En meşhur troubadourlardan
biri olarak Aslan Yürekli Richard gösterilebilir.
Troubadourlar gezip
dolaştıkları yerlerde sınıfsız ve kölesiz bir toplumdan söz etmekteydiler.
İçerde kaderci bir dünya görüşü telkin eden Vatikan, kanını emdiği cemaatini
elde tutabilmek adına Türklerle mücadele edeyim derken, VI. Yüzyıldan itibaren
müziğinden diline, bütün sanatlarına, fikrî ve bilimsel alanlara kadar kontrol
altına aldığı kitlelere aykırı bir dünyadan haberdar olma şansı vermekteydi.
Vatikan’a ilk başkaldırının troubador cenneti Cermenler arasından vuku bulması
tesadüf sayılabilir mi? Burada Luther ve arkadaşlarına yardım eden siyasî gücün
Osmanlı Türkleri oluşu üzerinde de tekrar düşünülmelidir.
Şunu söylemek
istiyoruz: Avrupa Ortaçağının yarattığı sınıflı yapı önemli ölçüde Vatikan
sayesinde varlığını sürdürmekle beraber, diğer tarım toplumlarındaki sınıflı
yapıların köklü gelenekleriyle boy ölçüşecek derecede yerleşme fırsatı
bulamamıştı. Çin, Hint ve Arap alt sınıflarının inanışlarındaki dinî merkezden
mahrum oluş, dinin siyasallaşamaması, Çin ve Hint örneklerindeki reenkarnasyon
ayarında bir kadercilik yaratamayışı Avrupa sınıflarının şansı olmuştur. Çin ve
Hint kıtalarında gördüğümüz Türk hakimiyet devirleri, oralardaki köklü gelenek
karşısında, içine girdikleri ortamda erirlerken, Avrupa’da Vatikan’ın çelişik
politikalarına ilaveten kökleşmemmiş gelenek ve nüfus yoğunluğundaki düşüklük,
Türk etkisini kuvvetlendirmiş görünüyor. Alt sınıflardaki özgürlük arayışına
gerekçe olarak Türk modelinin etkisinden söz etmek hiç de tarihî bir fantezi
değil.
Protestanlığın ana
kavramlarını bu açıdan da değerlendirmek gerek. Türklerin teşkil ettiği tehdit
esas itibariyle hakim sınıflara dönüktür. Luther, ruhbanı reddediyor, aforoz ve
günah çıkarmayı şiddetle eleştiriyordu. Dinin hikemî kökünde özgür ve adil bir
insan bulunması gereğine değiniyordu.
Tabiatıyla
Protestanlık hareketi tedricen güçlendi. Bir çırpıda aristokrasi ve ruhbana
rağmen adaletin tesisi hayaldi. Ama mensuplarını en azından kiliseye karşı
özgürleştirmediği de söylenemez. Kullanılacak ritm ve müzik türlerine kadar
hangi fikirlerin konuşulmasının meşru sayılacağına kadar ilkeler belirlemiş ve
teşkil ettiği Engizisyon hukuku(!) ile bunu güvence altına almış kilise ve
ruhban baskısı kalkınca karşımıza Alman ve İngiliz felsefe ve bilim hareketleri
çıkmaktadır. Büyük müzisyenlerin Alman asıllı olmalarına da bu dikkatle bakmak
gerek. Bunlara “Avrupa’nın çocukları” nitelemesi ve genellemesinde bulunmak
Protestanlığın yarattığı ilerlemeyi görmemizi engellemektedir. O zaman Marks’ın
veya onun öncüsü Hegel’in ilerlemenin dinamizmini sınıf çatışmasında gören
açıklamalarını doğru zannetmek aldanışına düşeriz.
Özgürleşme,
özellikle bizim ülkemizde, neredeyse bütün ahlâkî ideallerin içinde bulunduğu
bir sistemin adı zannedilir. Oysa gerçek bu değil.
Türkçemize
Arapçadan giren ve yeni türeyen “Özgürlük” kelimesi yerine kullanıla gelen
“istiklâl” kelimesi bize ilginç bir görüş açısı sunar. Özgürlük kelimesindeki
“öz”ün gürleşmesi yani şiddetlenmesi, çoğalması, büyümesi çağrışımlarına tezat
teşkil edercesine istiklâl, “kıllet” kökünden türetilmekte yani azalmaya,
zayıflamaya, küçülmeye, parçalanmaya, ana gövdeden kopmaya ad olmaktadır.
Düşünce tarihimiz, “istiklâl” kelimesine aşinadır.
Bir teoriye göre
var olmak, azalmakla mümkündür. Ben merkezli bir bilinç varlığı olmadan
istiklâl mümkün değildir. Bilinç uyanmadan da var oluşun idrakinden söz
edilemez. Dolayısıyla istiklâl sahibi bir kişilik, varlığın ve varlığının
bilincini kazanmanın başlıca şartıdır. Ancak bu parçalanmanın sonucunda
ulaşılan varlık algısı, yeniden o bilinci ait olduğu bütüne taşırsa anlamlıdır.
Yani parçalı kimlik algısıyla bütüne aidiyet arasında durmak ve bu arada
duruşun yarattığı gerilimle bilgi ve ahlâka yönelmek, daha hikmet tahtından bir
dengeye götürmektedir.
Burada sırf
“istiklâl” kelimesini açıklamamızın meşruiyet sebebi olarak düşünmüyoruz.
Kelime, fikrimizi teyit ettiğinden ona atıf yapıyoruz. Burada önemli olan
parçalı algıyı bütüne, bütünlük adına kurulan ideolojiyi ancak parçada ortaya
çıkan bilince galebe çaldırmamaktır.
Var olabilme
duygusu, özgürlük içinden akarken ortaya çıkmaktadır. Buna “ferdiyet” diyoruz.
Kendine güven ve serbestçe insanî tefekkür bu ferdiyetin işlevi olabilmektedir.
Asırlarca bir takım “efendilerin” kulu pozisyonundaki kimselerde, özgün
ferdiyetlerin teşekkülü beklenemez.
Ucundan kenarından
değinerek, kabaca resmettiğimiz Avrupa özgürleşmesinin sebepleri kadar sonuçları
da önemlidir. Avrupa özgürleşmesi ahlâkın kökü olan din ve ruhban sınıf ile
siyaset ve hukukun kökü olan aristokrat yöneticilere karşı elde edildiğinde
Avrupa özgürleşme geleneği, siyasî ve sosyal kurumlar kadar, ahlâk ve hukuka
karşı elde edilmiş ve bunlara rağmen sürdürülmesi gereken bir mahiyet
kazanmıştır.
Burada korkunç bir
sapmalar silsilesi doğmaktadır. Türkçedeki “pire için yorgan yakmak” değimine
benzer mantık hataları üzerine oturarak yaratılmış bir özgürleşme tarihi
problemiyle karşı karşıyayız.
Üstelik bu
özgürlükler kendilerine rağmen şekillendikleri ortamların tüketildiği o
değerlerin artık buharlaştığı bir çerçevede yürümüyorlar. Tedricen ne kadar
zayıflarsa zayıflasınlar, kilise de, aristokrasi de, askerî lejyonlar da yanı
başlarında duruyor. Bu da her an köleleşme tehlikesi demek. Onun için nöbette
ve teyakkuz halinde bulunmaları zaruri. Dolayısıyla bu özgürlük biçimi,
devamının teminatı olarak bir siyasal rejim üretmek zorundadır. Bu rejim bugün
bizim demokrasi dediğimiz şeydir. Demokrasi sınıflar arasındaki çatışmayı, bir
meclis çatısı altında yıkışmadan mücadele yöntemidir. Yani Avrupa dünyası
kendisini çok ilerleten(!) sınıflar arası çatışmayı, meclis çatısı altında
sakinleştirmekle ilerleme ideasından vaz mı geçiyor? Demek ki, fiilen
ilerlemeyle sınıf çatışması arasındaki ters orantıyı da bal gibi
bilmektedirler.
Parlamentoda sınıf
mücadelesinin tahribatını azaltarak teskin etme gayretini demokrasi tarihi
içinden yorumlayarak, lafı dipsiz kuyuya atmanın çok anlamlı olmadığını düşünüyoruz.
Şu aşamada şu, bu aşamada bu aktörlerin öne çıkması Avrupa’nın hem iç kamuoyu
nezdinde, hem de dünyaya dönük stratejilerinin oluşturulmasında belirlediği
makro politikalarda, patronajın kimde/kimlerde olduğu sorusu bize göre daha
önemlidir. Elde edilen siyasî kudret nerelere kanalize oluyor? Gerçekten
sömürülen dünyanın imkânları parlamentodaki temsil(!) oranında halka yansıyor
mu? Yoksa bu “yalanı gerçek gibi söyleme” hünerine sahip Avrupalı ahlâkının
yeni bir kamuflajı mı? Sivil toplum örgütleri demokrasiye rağmen neden ihtiyaç
olsun? Burada iki problem saklıdır. Birincisi; demokrasinin mabedi olan
parlamentolar gerçek anlamda adalet üretmemektedirler. İkinci nokta ise;
kitleler aslında bunun bilinci ile kendilerini her an köleleştirebilecek bir
mekanizmanın her an hortlayabileceği korkusu taşımaktadırlar. Yani Avrupalı
demokrasi, bir dehşet ve vahşet dengesi üzerinde yürümekte fakat dünya
sömürüsünden hisselerine düşen küçük paylardan da olmamak için, suratlarındaki
diplomat tebessümünü eksik etmemektedirler. Onlardaki bu korkuyu sürekli diri
tutan kıyasıya ve acımasız bir ekonomik rekabet, siyasî manevra zenginliği her
gün aktüaliteye sayısız örnek halinde yansımaktadır.
Özgürleşme
mekanizmalarının sözcüleri olan aydınlar, ekseriyetle alt sınıf ve burjuva
çocuklarından meydana gelmektedir. Bu gurup da “sınıf atlama” avantajını
kaybetmek istememektedir. Burjuva ve geniş kitleyle görünür aydın iş birliği,
platformları analiz edilse bir ortak kaygı paydasında birleştiklerini görürüz.
Fakat esas itibariyle aydın potansiyeli iktidar sahiplerinin elindedir. Hele
yakın zamanlardaki bilgiye erişim kolaylıkları göz önünde tutulursa, Avrupalı
akademik ve medya çevrelerinin insanlığın ıstıraplarına karşı -ki bunun
sebebinin kendileri olduğunu da bilirler- kayıtsızlığı açıklanamaz. Büyük bir
vicdansız dünyadan söz ediyoruz. Kilisenin çarpıttığı ahlâk ve feragatin
boşaltılan yeri, şehvet ve egoizme kalırken, zaten zalim olan Roma hukuku daha
da pekiştirilerek Birleşmiş Milletlerde mazlum toplumların hukukunu “veto”,
yetkisine dönüşmüştür.
Avrupa medyası,
Avrupa kültürlü toplumların medyaları –ki bunlar kendi aralarında adeta bir
koro gibidirler. Gündemlerini kampanya halinde işlerler ki, adına çalıştıkları
menfaatlerin temini için kitleleri hipnotize edebilsinler- kendi dışlarındaki
toplumları kritik ederken, genellikle tepkisiz bulmaktadırlar. Tepkisizlik bir
nakisadır onlara göre. Kabul edelim ki, fotoğraf böyle görünüyor. Ama niye
böyle görünüyor? Sorusunu dikkate aldığımızda karşımıza çok ciddî bir tarihî tecrübe
farkı çıkmaktadır. Tepkisiz denilen toplum örneklerinde bu halin bir tarihî,
bir de güncel yönü vardır. Tarihî yön, Avrupa’daki kölelik refleksinin ve
burjuva ahlâksızlığının bu toplumlar tarafından bilinmemesidir. Güncel yön ise,
çoğu Avrupa tarafından sömürgeleştirilmiş ve despotik idareler altında
sindirilmiş olmaklıklarıdır. “Tepkisiz” denilen toplumlarda halkın düzene
uymadığı bazı örnek durumlar da yok değil. Kurulu düzene baş kaldırma geleneği
olmayan bu toplumlarda özellikle namus kavramı üzerinden bir itaatsizlik göze
çarpar. Bu da bize bir başka gösterge sunmaktadır: Bu toplumun bir ahlâk
geleneği vardır ve ona hala sadıktır. Bir diğer yön, namus üzerinden çıkan
problem söz konusu olduğunda ise, cezaevlerini dolduracak sayıda itaatsizlik teşekkül
eder. Bu burjuva ahlâkıyla bütün sömürgeleştirme temrinlerine rağmen
bağdaşamayan kitleleri haber verir. Sevgili medyamızın “Töre cinayeti”
damgasıyla sürekli aşağıladığı bu tarihî ahlâk problemine bu açıdan bakmak
kimsenin aklına gelmez.
Namus kavramına
atfedilen değer, durduğumuz noktadaki analiz için, bize hayli değerli ipuçları
sunuyor.
Avrupalının
“özgürlük” başlıklı dünyasında alt başlıklardan biri “kadın özgürlüğü” değil
mi?
Kadın özgürlüğü
konusu, Avrupalının karanlık geçmişi bakımından bir yüzüyle olumlu kabul
edilmek zorundadır. Kadını şeytan yerine koyan, Engizisyon mantığı bakımından
evet, müspet bir gelişmedir. Ancak Katolik ahlâkının yerini dolduran burjuva
hoyratlığı, bu alanda da sanatını icra etmiştir. Burjuvazi, kendi nesebindeki gayr-ı
sahihlik realitesini “kadına özgürlük” tezi üzerinden bütün topluma empoze
ediyor. Kadın üzerinden aileyi buharlaştırıyor. Ahlâk adına konuşma mevkiini
asırlar önce kaybetmiş kilisenin itirazları ise, karikatür konusudur.
“Sağlıklı bir
topluma ulaşma” teziyle ambalajlanmış “kadın ve çocuk hakları” konusu, judaik
medyanın tüketemediği konulardandır. Bu medyanın sahifelerinde ve ekranlarında
dünyanın sadece cinsellik çağındaki genç kuşağa ait olduğu zannına
kapılabilirsiniz. Çocuklar, yaşlılar ve mazbut aile ancak hırpalanması
gerektiğinde akla gelir. Sağlıklı toplum, sosyolojinin temel ilkesi olan “akil
ve ahlâklı insanlar arasında kurulan ilişkiler” in sonucudur. Kadına özgürlük
tezi sonuç itibariyle aile ve çocuk sorumluluğu kavramlarını katletme kampanyasının,
insanlıktaki hayvaniyetin hükümranlığını ilan ederek “cinsel özgürlük” sonucuna
ulaşmak içindir. Bu hükümlerimizi aşırı sübjektif ilan edecek bir judaik hazır
kıta bulunduğunu biliyorum. Ama hükmümüzün isabeti için derin bir ilim
gerekmiyor artık: yaşasın medya!
Sonuç nedir?
Sonuç, burjuvazinin
geçmişindeki utancın toplumsallaşmasıyla ortaya çıkan, nesebi gayr-ı sahih
kitlelerdir. Artık Avrupa nüfusunun birçok ülkede yüzde elliden fazlası babasız
çocuklardan meydana geliyor. Geleneksel ifadeyle söylenseydi kadının
özgürleşmesinin sonucu “piç bir toplumdur” denecekti. Çünkü klasik terbiyedeki
izan ve edep çatlamış, daha da ötesi tuzla buz olmuştur.
Geçmişlerindeki
müspet değerleri, mimarilerini restore eder gibi, onarmaya yanaşmayıp çöpe atan
Avrupalı toplumlar, ne gariptir ki, kendi dışlarında kalan insanlığa bilhassa
Türklüğe duydukları husumet ve nefreti titizlikle devam ettiriyorlar. Bu da bir
başka garip noktadır. Nefret sadece toplum psikolojisinde müşahede edilseydi,
tarihî travmanın atlatılamaması yorumuyla tevili mümkündü. Hâlbuki bu nefret
Avrupa Birliğinin politik projelerinde bile çok açıkça gözümüze sokuluyor.
Tarihî dönemlerde
Türk’e dönük husumetin ruhban ve aristokrat sınıf hâkimiyetinden
kaynaklandığını konuşmuştuk. Pekiyi, günümüzdeki halin sebebi nedir? Öyle
sanıyoruz ki, günümüzdeki halin sebebi büyük ölçüde namus kavramıyla ilgilidir.
Avrupa’da yaşayan Türk toplumu, Avrupalı toplum mühendisleri için el altında
bir örnek olarak aileye yaptığı vurguyla yeterince uyarıcıdır. Geçmişte Türk
adaletinden korkan hâkim sınıfların yerini, günümüzde Türk ahlâkından korkan
judaik aristokrasi almış görünüyor.